Utku Cevre

The Royal Tenenbaums

Minimalizm deyince kafamızda bir şeyler canlanmaya başladı, günlük hayatta pek çoğumuz asgari düzeyde uygulasak da, yalınlık, sadelik, fazlalıklardan arınmışlık gibi fikir yürütmeleri kolaylıkla yapabiliyoruz. Sinemada minimalizm ise minimum kamera hareketi demektir. Minimalist bir yönetmen sahnesini kurar, gözünü bir o yana bir bu yana çevirmez; doğru anda doğru aktör ve aktrisler, doğru bir sinematografi çereçevesinde rollerini yapar, filmin hikayesini oluşturan olaylar doğru sırayla gelişir; sonunda da sevenleri için tadından yenmez bir eser oluşur. Bu akımın babalarından diyebileceğim Robert Bresson örneğin 1956 tarihli Bir İdam Mahkumu Kaçtı (Fransızca ismi fazlaca uzun ve aksanlı) filminde ufak bir cezaevi koğuşunda, yani zaten kameranın hareket alanının kısıtlı olduğu bir ortamda, merak ve macera duygusunu yüksek tutmayı başarır. Yine minimalist sinema denince genellikle akla gelen ilk isim olan Japon yönetmen Yasujiro Ozu ise 1953 tarihli Tokyo Story, 1960 tarihli Late Autumn gibi filmlerinde işi abartır, sahnelerde hareket o kadar azdır ki, kamerayı bir köşede unutmuş sanabilirsiniz; filmlerinde ise insanlığa dair çok detay, mikroifade ve sohbet vardır. Bu girizgahtan sonra sinemada minimalizmin modern temsilcisi diyebileceğimiz (ve The Royal Tenenbaums filminin yönetmeni) Wes Anderson'a sıra geliyor tabii.

 

Genç yaşında (ilk filmi Bottle Rocket'in kısa versiyonunu çektiğinde sadece 25 yaşındaydı, nedense ilk kitabı Kış İkindisinin Evinde'yi 25 yaşında yazan Kürşat Başar'ı çağrıştırdı) bu güç tarzı benimsemek, her yeni uzun metraj ile yelpazeni genişleterek daha da ustalaşmak zor zanaat. Martin Scorsese'nin bir röportajında, yeni yönetmenlerden yerinizi kim alabilir sorusuna çok net bir şekilde "Wes Anderson" cevabını vermesi boşa değildir. Anderson'ın başarısını şöyle örneklemek lazım; iyi bir sinema izleyicisi, kendisine ait izlediğim filmler listesinde yer alıyorsa, iyi bir yönetmenden tek bir kareyi gördüğünde filmi tanıyabilir; Andersonesk diyebileceğimiz, çokbilmiş, geveze ve biraz da uyanık baş karakter, inadına yapay setler ve karton zeminler, ekranda gördüğümüz nesnelerin metinler ve panolar ile açıklamaları gibi (bunları sayarak ayrı bir yazı çıkarmamız kuvvetle olası) öğeler sayesinde, bir Wes Anderson filmini, henüz görmemiş olsanız dahi tek karesinden tanıyabilirsiniz. Kanımca asıl başarısı ise, minimalizmin alışık olduğumuz durağanlığını yer yer hızlı kesmelerle, Top Gun'ın yönetmeni merhum Tony Scott ve Pink Floyd videolarından tanıyabileceğiniz Alan Parker'ın sinemaya kazandırdığı video klip estetiğiyle buluşturması ve bir anlamda alt türü modernize etmesi. X-Men filmlerini Wes Anderson yönetseydi nasıl olurdu diye, biraz da adama saygı duruşu niteliğinde olan bir YouTube videosunu da bu vesileyle paylaşıyorum, bayağı eğlenceli.

Bu konuyu, yönetmeni ve The Royal Tenenbaums (Tenenbaum Ailesi) filmini o kadar seviyorum ki, henüz bu unutulmaz komedinin içeriği hakkında bir cümle edemeden bu yazının sonlarına geldik. Tüm oyuncuları ayrı ayrı nefis (hele hele başroldeki Gene Hackman ve hayatının oyununu çıkaran Luke Wilson). "Hepsi birbirinden yetenekli ve eksantrik tipler olan Tenenbaum'lar ve dostları, yıllarca uzak yaşadıktan sonra, ailenin babası Gene Hackman'ın uydurma bir bahaneyle geri dönmesi üzerine tekrar bir araya gelirler" şeklinde kabaca özetleyebileceğimiz senaryodaki incelikler her zamanki gibi üst düzey, bu film de dahil olmak üzere Wes Anderson'ın 3 defa senaryo dalında akademi ödülü adayı olması ve hiç kazanamaması, Quentin Tarantino'nun hiç en iyi yönetmen Oscar'ı almamasına çok benzeyen gülünç bir hata. Filmin en sevdiğim bölümleri; 1. Elliott Smith'in Needle in the Hay parçası eşliğinde Richie'nin intihar girişiminde bulunduğu sahne, 2. Hayat boyu üçkağıt peşinde koşan Royal'ın, "burada kötü adam gibi göründüğümü biliyorum ama geçirdiğim son 6 gün muhtemelen hayatımın en iyi günleriydi" demesinden sonra, dış sesin söylediği şu söz: "Royal, bu açıklamayı yaptığı anda, söylediklerinin doğru olduğunu fark etti". Tabii ki Ben Stiller'ın oynadığı Chas karakterinin oğullarıyla birlikte giydikleri Badi Ekrem eşofmanlarının filmin sonunda siyaha dönmesi gibi, filmin detay zenginliğine sadece bir misal olabilecek, gizem türünde olmayan bir yapıt için (sözgelimi The Sixth Sense gibi bir sır tutma tandansı olmasa da) üst düzey bir tekrar seyir potansiyeli içeriyor. Anderson'ı tanımıyor olabilirsiniz veya pek çokları gibi 2014 tarihli The Grand Budapest Hotel filminden tanımış olabilirsiniz; her iki durumda da tüm filmografisiyle beraber, özellikle de bu yazıya konu olan filmimiz tavsiye olunur. Tüm okucularımıza sevgiler ve de selamlar.

royal

The Royal Tenenbaums IMDB: http://www.imdb.com/title/tt0265666/

#sinema yazısı