Utku Cevre

Schindler's List

1997'nin Nisan ayında ortaokuldan bir arkadaşımın da gazıyla Cine5'e üye olduk. O dönem Cine5 hem 1. Lig (o zaman Süper Lig yoktu) maçlarını, hem de gösterime gireli birkaç yıl olmuş kaliteli veya iyi gişe yapmış (bazen bu iki kümenin kesişiminde olan) filmleri şifreli yayınlayan ücretli bir platformdu. Türk vatandaşını dekoder kavramıyla, Digitürk'ün, D-Smart gibi ortamların atası olan işte bu kanal tanıştırmıştı. Şimdinin Sinema TV kanalları veya bir dönemin Cnbc-e'si gibi Cine5'te de her ay oynayacak filmler belliydi. Bizim üye olduğumuz ayın en popüler filminin Schindler's List (Schindler'in Listesi) olduğunu hatırlıyorum. İlk defa o zaman seyretmiştim, ufak yaşıma rağmen çok etkilenmiştim. Zaten insan olup bu filmden etkilenmemek mümkün değildi. Bizim kuşak için genelleyerek konuşayım, Steven Spielberg'in 70'lerden itibaren Jaws, Indiana Jones serisi ve E.T. gibi klasiklerle ne kadar ün yapmış olduğunu yeni yeni anlamaya başlamıştık, sinemalarda izlediğimiz Jurassic Park ve büyük ihtimalle televizyonda gördüğümüz Schindler's List filmini de bu filmografiye katınca Spielberg bizim için yönetmen denince akla gelen tek isim oluyordu, sanki bütün filmleri o çekiyordu, küçükken birçoğumuzun düştüğü yanılgı gibi bütün köprüleri Mimar Sinan'ın yaptığını zannetmeye benziyordu. Bu yazıda konu ettiğimiz filmimizi başka başka gözlerle değerlendirmeye çalışmak yılları bulacaktı.

 

İkinci Dünya Savaşı sırasında zengin ve hırslı bir Alman sanayici olan Oskar Schindler'in, Nazi rejiminin zulmünü idrak ettikten sonra, Yahudi işçiler için fabrikasını bir çeşit sığınak haline getirmesi ve toplamda yaklaşık 1100 kişiyi Polonya'daki Auschwitz toplama kampına gönderilmekten kurtarmasını anlatan gerçek bir hikaye Schindler's List. Tabii o kadar ustaca anlatılıyor ki. Bizi bir savaş fotoğrafının içine sokuyor Spielberg ve 3 saat 15 dakika boyunca bu fotoğraftan çıkarmıyor. Yüksek kontrastlı, yer yer grenli ve çok kısa kırmızı rengi gösterdiği o hüzünlü bölüm dışında hep siyah beyaz görüntüsünde, mahir yönetmenimizin favori görüntü yönetmeni Janusz Kaminski'nin imzası var. Müziklerde her zamanki gibi John Williams, filmin akılda kalıcı tema parçasında keman virtüözü Itzhak Perlman sanatını konuşturmuş, adeta yüreğimizi sıcak demirle mühürlemiş (soundtrack'in vurucu parçalarından birini dinleyelim diye aşağıda YouTube videosu olarak paylaşıyorum, videonun arkaplanında filmin posteri görünüyor, bu poster açık bir şekilde Michelangelo'nun Adem'in Yaratılışı tablosuna gönderme yapıyor). Başrolde Liam Neeson, yüzünde daimi bir vicdan muhasebesi, hem de kendi işlemediği günahlardan ötürü, üstüne üstlük kötülüğün rutin olduğu bir toplumda iyiyi temsil ederken. Gandhi'yle sevdiğimiz Ben Kingsley, her şeye rağmen o çocuksuluğu, o müteşekkirliği. Ralph Fiennes, zalimliği adet edinmiş, Notre-Dame'ın Kamburu'ndaki Rahip Frollo gibi, inançlarıyla arzuları arasında kalarak deliliğe evrilmiş. Film bana bir yerde Eski Ahit'teki Exodus bölümünü anımsattı, kötü Nazi komutanı Amon Goeth'in kendisinden "insanlarını" bırakmasını isteyen Schindler'e, "sen kimsin, Musa mı?" diye çıkışması bana kalırsa filmin, İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkması hikayesine gönderme yaptığını bir yerde doğruluyor. Speilberg bu çok sevdiği öyküyü, 1998 yılında yapımcılığını üstlendiği The Prince of Egypt animasyon filmi ile sinemaya taşımış, ilginçtir filmin seslendirmesinde Hz. Musa'nın halkının Mısır'dan çıkmasını engellemeye çalışan Firavun Ramses'i yine Ralph Fiennes canlandırmıştır.

En iyi film Oscar ödülü de dahil 7 dalda heykelcikle buluşan bu başyapıtın diyalogları da o kadar benzersiz ki. Schindler'in sonlarda attığı, daha çok insanı kurtarabilirdim tiradı, o zamana kadar kendinizi tutabildiyseniz bile o an sizi boşluğa düşürüyor, en taş kalplilerin bile gözünü yaşartıyor. Muhasebecisi Itzhak Stern'ün, kurtarılacaklar listesini daktiloda yazarken çok fazla boşluk bıraktığına yönelik Schindler'in uyarısı üstüne yaptığı "bu liste hayat demek" konuşması; sonra Schindler'in toplama kampına gönderilmek üzere olan nice insanı trenlerden kurtarırken döktüğü diller, o samimi çabası... Bu film anlatılamaz, en azından bir defa izlemek gerekir. Çok iyi bir biyografi, bir tarihi film, bir savaş filmi ama önce bir insanlık belgeseli. Benzer tatta belki 1959-1961 arasında üçleme olarak çekilen The Human Condition (Ningen no jôken) filmini gösterebiliriz. Masaki Kobayashi'nin yönettiği bu seride Japonya'nın yetiştirdiği en büyük iki oyuncudan biri olan Tatsuya Nakadai başrolde döktürüyor (merak edenler için, diğeri tabii ki Shogun'dan da hatırladığımız usta aktör Toshirô Mifune). Böyle iyiden yana, kötüye karşı olan yapımların hiç bitmemesi dileğiyle. Tüm okuyucularımıza sevgiler ve de selamlar.

schindler

Schindler's List IMDB: http://www.imdb.com/title/tt0108052/

#sinema yazısı