Gerçeğin Alegorisi Olarak 5 Belgesel
Belgesel taraflı bir türdür, çünkü bir meselesi vardır ve meselelere asla tepeden bakamayız. Toplumlar genellikle bombardıman altında kaldıkları anlatıların etkisiyle, belgesel gibi adı üstünde bir konuyu tarihin sayfalarına delillerle işleyen yapımlara genellikle mesafeli dururlar. Sanılanın aksine pek çok insan doğru bildiğini sandığını şeylerin o kadar da doğru çıkmamasına sakin tepki vermez. Belgesel eğlenceli bir türdür, çünkü var olan birçok gerçeğin içinden birbiriyle uyuşan belirli kısmını seçen belgesel yapımcısı, esasında saydama yakın ancak tam saydam olmayan bir tür projeksiyonunu gösterir bizlere. Bu anlamda, sanatta hiçbir türde olmayan şekilde gerçek kendisinin alegorisine dönüşür. Netflix'in nedenini anlamadığım kadar çok seri katil türünde belgesel hazırlaması dolayısıyla türle ilgili havsalamızın bir hayli kirlendiği bu güzel janrın, bence keyifli beş örneğini paylaşmak istedim bu haftaki beşli listede.
Muhalif belgeselci Michael Moore, 2002 tarihli Bowling for Columbine filminde Amerika'daki silahlanma sevdasını 1999'da yaşanan Columbine Lisesi katliamı üzerinden anlatırken, bir de Oscar heykelciğini kişisel müzesine götürüyordu. Moore peş peşe çektiği güçlü belgesellerle, özellikle Amerikan sağının iktidar olduğu dönemlerde öne çıkıyordu. Sicko, Oscar adayı olmuş ve bence Moore'un en iyi filmi. Kâğıt üstünde çok para harcanan, ancak insanları sağlığına kavuşturmaktan ziyade ticarileşen sağlık ve sigortacılık sektörleriyle, Kanada, Küba ve İngiltere gibi ülkelerdeki başarılı ulusal sağlık programlarını hem eğlenceli hem de anlamlı bir biçimde karşılaştıran bir yapım. Birçok ülkede devlet sağlık işini özel sektörün eline bırakmaktan imtina ediyor, zira diğer türlüsünün yeni doğan bebekleri bile bitmek bilmeyen maddi hırslarına alet edebilecek yapıları beraberinde getireceğini üç aşağı beş yukarı ön görebiliyorlar. Moore'un 2007 tarihli belgeselinin bir ilginç tarafı da 2010'da yani hükümet değiştikten hemen bir yıl sonra çıkan ve ABD kamuoyunda Obamacare olarak bilinen, ülkenin yakın zamanda gördüğü en sosyal yasa sayılabilecek Karşılanabilir Bakım Yasası (Affordable Care Act) için de zemin hazırlamış olması. Filmi Youtube'dan izleyebilirsiniz, aşağıda paylaşıyorum.
BBC'nin bu harika belgeselini, devamında çekilen Human Instinct'ten ayırmak pek doğru değil. Her iki belgesel de Dr. Robert Winston tarafından hazırlanıp sunulan, hem mizah hem de bilgi dozu yüksek yapımlar. The Human Body, insanoğlunu doğumunda hayatının bitimine kadar farklı dönemlerinde takip eden toplam 7 bölümde inceleyen, bir anlamda devamlılığı olan bir belgesel dizi. BAFTA ödülü de alan 1998 tarihli yapımı vaktiyle NTV göstermişti. Dailymotion üzerinden ilk bölümünü orijinal dilinde buradan ulaşabilirsiniz.
Fast food akımının vücudumuza ne yaptığını en iyi gösterme yolunun, her gün üç öğün fast food yediği bir diyet programı uygulamaktan geçtiğine inanan Morgan Spurlock, 2004 tarihli belgesel gösterime girdiğinde McDonalds'ı bayağı kızdırmıştı. Spurlock bir ay boyunca Amerika'yı gezerek her öğününü bu restoranın şubelerinde yiyor. Kendisi ortalama bir vatandaş kadar spor yapıyor, hatırladığım kadarıyla günde en fazla 2000 civarı adım atıyor ve büyük seçim teklif edildiğinde asla reddetmiyor (Amerika'da satılan normal menünün bizdeki mega seçim boyutunda olduğunu da unutmayalım). İşin sonunda sağlığını kaybettiğini tahmin edersiniz, ancak tam olarak neler oluyor, bunu da filmde izleyebilirsiniz. Bu vesileyle sağlıklı nesiller yetiştirmek isteyen her ulusun, okul dönemindeki çocuklara sağlıklı ve besleyici en az bir öğün yemek çıkarmasının boynunun borcu olduğunu da hatırlatayım. İngiltere'de yalnızca okul döneminde değil, 1 milyon 300 bin çocuğa yaz tatilinde dahi bedava okul öğle yemeği verilmesi konusu, öncülüğünü profesyonel futbolcu Marcus Rashford'ın yaptığı bir kampanya ile 2020'de kabul edilmişti. Futbolcular gibi tanınmış ve sevenleri çok olan insanların sosyal sorumlulukları vardır. Rabbena hep bana olmaz. Bravo Rashford, darısı yakın coğrafyamızdakilerin başına.
2008 ekonomik krizini ne kadar hatırlıyorsunuz? Temel anlamda bankaların önüne gelene verdiği kötü mortgage kredilerini geriye alamaması ve bir anda zincirleme biçimde batması sonucu oluşan kapitalizmin bu yakın tarihli krizi sonucunda, yine bankalara bir şey olmamış ve olan vatandaşa olmuştu. Bu konuyla ilgili izleyebileceğiniz en eğlenceli film, başrollerinde Christian Bale, Steve Carell, Ryan Gosling ve Brad Pitt gibi yıldızların olduğu Adam McKay şaheseri The Big Short. Ancak en çok bilgi alabileceğiniz film, 2010 tarihli Inside Job. Matt Damon'ın anlatıcılığını yaptığı belgesel Oscar ödülü de kazanmıştı. İzlanda'daki yolsuzluk skandalı ile açılan ve parmak basmadık yer bırakmayan bu yapımı, regülasyonlar olmadan küresel finans sistemlerinin hangi başkalaşımları geçirebileceğini görmek adına öneriyorum.
Sovyet sinemacı Dziga Vertov'un daha 1929 yılında çektiği bu film Man with a Movie Camera ismiyle tanınıyor. Orijinal isminin anlamı, o yıllarda yeni icat edilen ve kullanılmaya başlayan taşınabilir el kamerası. Film, kapitalizmin bu defa 20. yüzyıldaki ilk ekonomik krizlerinden birine doğru savrulduğu aralıkta, Sovyetler Birliği'ne bağlı Kiev ve Odessa'da geçen bir günü anlatıyor. Sessiz filmlerden sesli filmlere geçiş döneminin sınırında olan yapım, hareketli kamerası ile insanların doğrudan günlük hayatını bizlere resmetmeyi başaran, sonradan tüm zamanların en önemli belgesel filmi seçilecek, şu an unutulan bir gizli cevher. Siyah beyaz film seyretme konusunda bir rahatsızlığı olmayan herkese öneririm.
Sevgiyle kalın.