Utku Cevre

American Beauty

Bu ara Ufak Tefek Cinayetler diye bir dizi seyrediyoruz, tabii saatinde denk gelemediğimiz için Puhu Tv'den izlemeye imkan buluyoruz. Dizi iyi hoş, belki uzun yıllar hafızalarda kalmaz ama Ay Yapım'ın eli yüzü düzgün serilerinden, kaliteli de bir oyuncu kadrosu var. Benim her defasında takıldığım nokta ise şu oluyor, dizideki karakterler öyle bir sitede, öyle evlerde oturuyorlar ki; ev demeye bin şahit ister, en az on odalı, özel havuzlu, bahçeli, dayalı döşeli; yani köşk veya saray yavrusu demek daha doğru. Site, İstanbul'un kuzey yakasında, orman içinde fakat denize ve çevre yoluna da uzak olmayan, açık, kapalı yüzme havuzları, içinde koleji, hastanesi falan derken kendi başına küçük bir ülke gibi. Dizideki bu küçük ülkemside samimiyetsiz, ahlaksız, herkesin kuyusunu kazan, başkalarının hayatıyla oynayan insanlardan bolca bulunuyor. Eşleri, çocukları, arabaları, sağlıkları, zenginlikleri, hatta bahçelerinde yetiştirdikleri çiçekleri bile birbirleriyle yarışma konusu olan site sakinleri var. Bir yandan da sitede derin bir boşluk var, yani kapladıkları alan, harcadıkları kaynak ve karşılığında dünyaya verdiklerine bakılırsa, bu tarz yapılaşmanın, içinde oturanlar dışında kimseye faydası yok, hatta zararı var. Amerikalıların bununla ilgili yerinde bir tabiri var. Buna, Banliyö Kabusu (Suburban Nightmare) diyorlar. Güzel bir müstakil ev, elit bir muhit hevesiyle başlayan bir arayış, dışarıya verdiğin imajın ve ekonomik gücünün sarsılmaması karşılığında, hayatını, hayallerini, değerlerini ve erdemlerini hiçe saymakla son buluyor. Klasik Amerikan sinemasının da sıkça işlediği bu temayı en iyi anlatan ve bu kabusa isyan eden örneklerden biri bu yazıya konu olan filmimiz American Beauty (Amerikan Güzeli).

 

Lester Burnham filmimizin hem başrolü, hem de post-mortem anlatıcısı. Gençken sevgi dolu bir beraberlik yaşadığı eşiyle yıllar içinde uzaklaşmış. Kendisine heyecan vermeyen bir işi var, bir zamanlar sıcak bir yuva olan evi, şimdi bir hapishaneye dönüşmüş. Kendi erkekliğinden bile şüpheye düşmüş, dibe vurmuşken, lise çağındaki kızının okuldan bir arkadaşına tutulmasıyla başlayan bir değişim rüzgarına kapılıyor. Filmdeki hiçbir karakter halinden memnun değil, iş hırsıyla gözü dönenlerden, vücuduna yabancılaşanlara, aile şiddetine maruz kalanlardan, kapalı kalmış homoseksüellere kadar türlü çeşit insanla buluşturuyor bizi yönetmen Sam Mendes. American Beauty, büyük beşli denilen, en iyi film, senaryo, yönetmen, erkek ve kadın oyuncu Oscar ödüllerinden, başroldeki Annette Bening'in adaylıkta kaldığı en iyi kadın oyuncu ödülü dışındakileri eve götürdü (Bu ödüllerin tamamını alabilen çok az film var, hemen akla gelen bir tanesi 1991 tarihli The Silence of the Lambs). Lester Burnham rolünde Kevin Spacey hafızalara kazınacak düzeyde ileri bir oyunculuk sergiliyor, adeta bu karaktere dönüşmüş. Kimi sahnelerinin (örneğin Lester'ın arabada cigaralık sarıp yükses sesle American Woman şarkısına eşlik ettiği bölüm) tamamen Spacey'nin doğaçlamasına bırakıldığı söyleniyor. Filmin pek kaliteli yönetmeni Sam Mendes, bu yapıttaki yüksek performansa ancak 2012 tarihli yakın dönem James Bond klasiği Skyfall'da tekrar ulaştı. Kim bilir belki de filmin yapımcısı Steven Spielberg'in set ziyaretlerinde, Sam Mendes'in yönetmenlik namına ustadan feyz aldıkları olmuştur, yine de film stüdyosu Dreamworks'ün yönetmeni serbest bıraktığı, fakat Spielberg'in özel isteğiyle senaryonun ilk draft halinden sonra çok fazla değişikliğe uğramadığı söyleniyor.

 

American Beauty bütünlüklü, başı sonu olan ve finale doğru yavaş yavaş tırmanan banliyö tipi bir gerilime sahip güzide bir yapıt. Yemek masasında Lester'ın kuşkonmaz istediği bölüm, hamburgercide sipariş aldıkları bölüm ve eşiyle geçmişi yad ettikleri bölümler başta olmak üzere, Kevin Spacey'nin yer aldığı hemen her sahnesi klasik (izlemeyenler için kendisini Netflix orijinal yapımı House of Cards dizisinde de televizyon dizileri tarihinde rahatlıkla yerini alabilecek Frank Underwood karakterinde de seyredebilirsiniz). Filmde bariz bir biçimde Vladimir Nabokov'un ölümsüz eseri Lolita'ya göndermeler var (roman 1962 yılında Stanley Kubrick ve 1997 yılında Adrian Lyne tarafından aynı isimle sinemaya uyarlandı, ikisi de izlenebilir filmler olmakla beraber, romanın provokatif temasını beyazperdeye taşıma hususunda zaten bütün filmleri provokatif olarak addedilebilecek Lyne'ın versiyonu daha başarılı sayılabilir. Bir yandan da sinema devi Kubrick'in filmografisinde bana kalırsa en zayıf nokta bu 1962 tarihli Lolita filmidir), bu açıdan bıçak sırtı bir konuya da cesurca el atmış ve geri adım atmamış diyebilirim. Bir başka yazıda belirttiğim üzere, kaliteli film hasatının tavan yaptığı 1999 yılından bizlere kalan bu tekrar tekrar izlenecek nitelikteki filmimizi herkese tavsiye ederken, filme adını veren American Beauty isminde bir de gül çeşidi olduğu bilgisini araya sıkıştırayım. Tüm okuyucularımıza sevgiler ve de selamlar.

amercianbeauty

American Beauty IMDB: http://www.imdb.com/title/tt0169547

#sinema yazısı