Utku Cevre

500 Days of Summer

500 Days of Summer'dan önce şuna değinmek lazım ki, romantik komedi denilen türün 90'lı yıllarda zümrüdü anka kuşu gibi küllerinden doğmasında elbette Meg Ryan'ın payı büyüktür. 1989 tarihli When Harry Met Sally, bir kadın ve bir erkek sevgili olmadan en iyi arkadaş olabilir mi sorusunu geveze bir Billy Crystal ve muzip Meg Ryan ile ele almış, insanda filmin meşhur restoran sahnesindeki teyze gibi bir "şu masanın yediğinden ben de yesem" tadı bırakmıştır. Yine Meg Ryan bu defa 1993'te Tom Hanks ile buluşmuş, buluşma yeri olarak da çoklarının iç geçirdiği Empire States binasının çatı katını seçmiştir. Bu ve zilyon çeşit ardıl filmlerin ortak noktası, türün başı sonu belli olan dinamikleridir. Romantik komedi türü meğersem bir insan olsa, kalbinde hafif bir yanma hissedip doktora gitse ve ona ekokardiyografi çekseler çıkan grafik şöyle olur: rastlantı sonucu hayatının aşkı olabilecek o kişiyle karşılaşma, mutluluk, yanlış anlaşılma, üzüntü, kısa ayrılık, arkadaşlarla/aileyle konuşma, farkındalık, tekrar birleşme, mutluluk. Tutan bir formül, yüzlerce kanıtı var.

 

Burada konu ettiğimiz filmimiz 500 Days of Summer (Aşkın 500 Günü) ise üstteki reçeteye uyar gibi başlayıp, hınzır bir çocuk gibi yaramazlık yapan bir film. Bana kalırsa özelliği ve kendini tekrar tekrar izlettirmesi de burada gizli. O yıla kadar (ne de sonrasında) müzik videolarından başka bir marifeti bulunmayan yönetmen Marc Webb'den şaşırtıcı orijinallikte bir yapım izliyoruz. Başrolümüz Tom (Yıllar geçse de ve Looper gibi kendisi süper ama makyajı vasat filmlerde kelimenin gerçek anlamıyla yüzüne kaş göz çizilip Bruce Willis'e benzetilmeye çalışılsa da hep 20'li yaşlarında görünecek ve nitekim bu filmde de 28 yaşında olan Joseph Gordon-Levitt) mesleğini yapmayan bir mimardır, işi gücü Summer'a (Katy Perry ve Lizzy Caplan ile doğumda karışmış üçüz oldukları sır gibi saklanan Zooey Deschanel) abayı yakmaktır. Film bu aşık olma hâline gerçekçi bir mercek tutuyor, bunu da iki süper yöntemle birden yapıyor. İlki, aşkı o an değil hatıralarda arıyor, cidden arıyor; çünkü bu aşk armut piş ağzıma düş değil, aşk olup olmadığı bile belli değil; insan beyninin hatırlama şekline ithafen, film bu sembolik beşyüz günde bir ileri iki geri gidiyor. İkincisi ise, masalsı birkaç anına rağmen (Disney kuşlarının Tom'un başında dolandığı ve halkın galeyana gelip dans ettiği o unutulmaz sahne gibi), acımasızca gerçekçi bir bakış açısıyla sorularını soruyor, yine unutulmaz bir başka sahnede beklentilerle gerçekleri hakikaten yan yana koyuyor. Hepsini toparlamak ve doğruları yüzümüze vurmak adına, filmi seslendiren o dostane anlatıcı ve yerinde giren nefis müzikler de adeta anılara altyazı oluyor.

 

Beklediğimiz, o her neyse, gibi bir film değil bu. Komik, heyecanlı, üzücü, romantik, oyunbaz, depresif, olgun, çocuksu, hayalci, gerçekçi, her duyguya her hâle gark eden bir film. Baş karakterini aptal yerine koymaktan çekinmiyor, öyle de cesur; severim ama Meg Ryan'ın You've Got Mail'de (Diğer bir deyişle Sleepless in Seattle 2: Seattle'ın Dönüşü) oynama kararından çok daha cesur. Türü sevenler için de sevmeyenler için de tavsiye listelerinin başına yaraşır. Bu arada şunu da eklemeden geçemeyeceğim, nedir bu filmlerde Zooey Deschanel'in erişilmezliği? Hitchhiker's Guide To The Galaxy, Yes Man, hatta New Girl dizisi ilk aklıma gelenler. Bilinmeyen bir güç gibi veya Star Trek'teki Borg gemileri gibi filmin jönünü kendine çekiyor. Yaza yaza yaz gelsin, tüm okucularımıza sevgiler ve de selamlar.

500days

500 Days of Summer IMDB: http://www.imdb.com/title/tt1022603/

#sinema yazısı